12 Kasım 2010 Cuma

aha bak şimdi de arnavut kaldırımı çaldı!!

sı kın tı

bu başlığı böyle ayrıntı yayınları gibi yazmış olabilseydik keşke.
sı-
kın-
tı.

bir şeyler yazma isteği var içimde. ama ne bilmiyorum. içimde havada zilyon kelime halay çekiyor. el ele tutuşturamıyorum.
saçmalıyorum.
ilk okula dönsek ve öğretmen bize bir adet kompozisyon konusu verse çokoş olacak.

otobğs karalamalarınında biri var ikisi yok. neyseki çok sorun yapan bi guruh değiliz değiliz dimi? aslında var onun part2 si ama ankarada kaldı. üşengeçlik diz boyu. unutkanlık boğaza kadar.

uyku nezgel şeey!!

şey oldu ama bi de itüsözlükte radyoyu açtım. çalan kız bana aniden o zaman bu şarkı bıdbıdbıda gelsin dedi ki bıdbıdbıd nickim oluyo.
çalan şarkı mazi kalbimde bir yaradırdı.
hüzünlendim.

hı bide okuyamıyorum da.
izleyemiyorum da..
hala!!
en son jackie brownun 2 dakikasını izleyip kapattım.
saçma sapan bi bavul hazırladım kendime. nedeni yok. yani aslında var. ama öyle. heran kaçıcakmışım gibi.

4 Kasım 2010 Perşembe

otobüs karalamaları1

bi insan eğer kısık gelen bi arkodeyon sesiyle uyanıyorsa mutludur. kalkıp balkon kapısınıve pencereyi açtığında odası komple nağmelerle doluyorsa keyfine diyecek yoktur. hele iktisat ve anayasa derslerine gitmeyip uyumuşsa aman tanrım..!!!

peki ya aynı insan mutfağa gidip kendine kahve yapıp dolanın üstünden valizini indirip içini doldurmaya başlarsa...

saat 3 e biletim. ama sabırsızlanıyorum. hemen valizi hazırlayıp 12 de çıkıyorum evden. taksime gitmem lazım. fidana şeker alıcam. meşhur hacı bilnemneden. mutluluk veren şeker dersem farklı anlamlar çıkar mı bundan?

nilüfere gidiyorum. ben dayanamıcam şu bileti erkene alalım diyorum. taksimde kaçta kalkar servis? 1 buçuk. tamam kabul.
çekçekli valizimi asfaltta tıkırdatarak yürüyorum.

kasıma yakışmayacak kadar sıcak bir hava peki istanbulda yağmura bu kadar sövdüğüm için parlayan güneş ankarada ne alemde?

istiklali de tekerleklerle inletme çabam var. bak ben gidiyorum mukayyet ol kendine der gibi ama pek umrunda değil. bu kalabalık da çığlık atsan geri dönen olmaz.

saat 1 e beş var. umarım fidan bu şekerleri sever. yoksa felaketi olurum ağlarım.. sevmezsede çaktımasın lan. umarım bu yazıyı önceden okur.

uzuncana bir servis yolculuğuından sonra otobüse biniyorum. içimde bir huzursuzluk. bir rahatsızlık. midemde bir ayaklanma. ellerim soğuk.yolculukları sever miyim sevmez miyim bu sabah gibi tartışılır bu konu. emin olamıyorum. yolculukları sevmeyi fazla melankolik buluyorum. ama yinede yolculuk sevmeyen insanların en temel özelliklernden mide bulantısı gibi bir kusurum yok çok sükür.

---

devam edecek...

1 Kasım 2010 Pazartesi

Küçüktük. Bulanık bozun, tozun, grinin ortasındaydık. hasretteydik. Neye olduğunu bilmiyorum, bir şeylere ihtiyacımız vardı ama, büyük bir şeylere. Ölümsüz olanı, o kimsenin yakalayamayacağını yakalamak istiyorduk. Boyumuzdan büyük işlere kalkıştık. Bilir misin can acısının ne olduğunu? Senin kalbin hiç böylesine kırıldı mı? Aptal. Bu aptal kendime armağan olsun. Ve sana, çünkü aynı şeyi sende yaptın.
Sözlüğü açıp "empati"nin anlamına çok geç baktım belki. Ve ondan sonraya rastlar, 20-30 sayfa ilerideki "masumiyet"i farketmem. Parmaklarımın arasında sımsıkı tutmaya çalışırken birinin daha yapıştığını farkettim ona.

"Neresinden bakarsan bak yanlış olan, o portrede yer almaması gereken, ama kendi başına muhteşem ve göz alan bir renk: erguvani bir mor, yada bir kor kırmızısı."

Güç sendin, ayakta kalan hep. "Ay savaşçı"sı izler miydin sen hiç?



Haruka'yla Michiru'ymuş isimleri. Hani en son bölümde, Haruka ölümü ayakta karşılıyordu, yere düşmüyordu. Michiru 'senin gibi ayakta ölmek isterdim' demişti. Sen hep ayakta kalandın işte. Ve o kadar doğaldı ki senin gözünde, mükemmel olduğunu hiç sezmedin.

Küçüktüm. ben çok hayal kurdum, çok inandım filmlere, kitaplara, büyülere. en güzel ben olacaktım. en zeki, en güçlü hep ben. Birgün o en yakışıklının, romantiğin, aşığın atına ben binecektim. Hayaller gittikçe küçülmeye başladı sonra, bir şeylerden feragat etmeye başladım. Yine de ceza verdiler her şeyi istediğim için. en büyük hafızaya çarptırıldım. unutmamanın güzel hiçbir yanı yok be kırmızı. o kadar çok şey saklı ki o en güzel paragrafların, filmografilerin, tüm yazar-eser eşleştirmelerinin arasında.

Ama sen istiyorsun, o günü çıkaracağım, güzeldi çünkü. Makarna yoktu o gün. Size geldim. O gün ne anlatmıştım hatırlıyorsun demi? Ben hiç unutamadım. Sana o diyaloğu kelimesi kelimesine anlattım, şimdi istesen şimdi de anlatırım, hala unutamadım. İki yıl geçti unutamadım... Sonra evden çıkıp vadiye indik, kendimize bir kuytu köşe aradık. kuytulukla alakası yoktu ama oturduğumuz yerin. Sen 'ne düşünüyorsun?' dedin. Ne dediğimi de hatırlıyor musun? hayat politikamızı? 'sonunda boğulmak olsa da benim o sularda yüzmem gerek.' Ben boğulmayı bile beceremedim. Hala sürükleniyorum aynı suda, üstüm başım yara, saçlarımda kum taneleri. Sonra sen başını dizime yasladın, ben sustum. Aynı sessizliği paylaştık. Ve aynı hisleri o şarkıda. O an sen ben oldun ben sen. Ve tekrar dinledik, ve tekrar, tekrar... Biliyorum benim derdimi de kendininki kadar düşündün o gün. Seninkini kendime karıştırdım bende. Ve o günden sonra da tüm dertlerin öyle karışmış kaldı bana.

Sonra görevli fıskiyeleri çalıştırdı. ve senin cilveli kahkahan çınlattı vadiyi.

"İçimizden deli rüzgarlar esti yürüdük

Yalçın kayalara çarptık, geri döndük"

Bunu bilmezsin sen, bu benim babamdan. Sana onun kitabını hiç vermedim, sahi niye vermedim? Vermeliyim. Ve söz sana, uzak değil kendi elimle avuçlarının arasına bırakacağım an.